Cu03292024

Son güncellemeSal, 29 Ara 2020 6pm

Back Ana Sayfa İlahi Kelam Nehcü’l-Belağa NEHC'ÜL-BELÂĞA VE FELSEFÎ DÜŞÜNCELER

Nehcü’l-Belağa

NEHC'ÜL-BELÂĞA VE FELSEFÎ DÜŞÜNCELER

 Nehc'ül-Belâğa'daki vücut, adem, hüdus, kıdem gibi kelimelerle karşılaşan bazıları da başka bir varsayım ileri sürerek bu kelime ve terimlerin Yunan felsefesinin İslâm dünyasına girmesinden sonra kasıtlı veya kasıtsız olarak Hz. Ali'nin (a.s) buyrukları arasına yerleştirildiği ihtimalini vermektedirler.

   Bu görüşün sahipleri de eğer lafızlardan geçip manalara ulaşmış olsalardı, böyle bir varsayımı ileri sürmezlerdi. Nehc'ül-Belâğa'daki istidlal metoduyla eski filozofların, Seyyid Razî'nin dönemindeki ve hatta Seyyid Razî'den ve Nehc'ül-Belâğa'nın toplanmasından asırlar sonrası filozofların metodu tamamen farklıdır.

   Burada Yunan ve İskenderiye felsefesindeki ilâhiyatın hangi seviyede olduğu üzerinde durmak yerine bahsimizi Farabî, İbn-i Sina ve Hace Nasirüddin Tusî tarafından beyan edilen ilâhiyatla sürdürmek istiyoruz. İslâm filozoflarının İslâmî öğretilerden etkilenerek daha önce olmayan bazı meseleleri felsefeye soktuklarında ve ayrıca bazı diğer meselelerin beyan, tevil ve istidlâlinde yenilikler getirdiklerinde şüphe yoktur elbet; ancak buna rağmen yine de Nehc'ül-Belâğa'dan anlaşılan, yararlanılan şeylerle birtakım farkları vardır.

   Üstat Allâme Tabatabaî (ruhum ona feda olsun) "Mekteb-i Teşeyyü" dergisinin 2. sayısında, "İslâm öğretileriyle ilgili rivayetler" bahsinin girişinde şöyle diyor:

"Bu açıklamalar, ilâhiyet felsefesinde birtakım meseleleri halletmektedir; bu meseleler, Müslümanlar arasında söz konusu edilmemiş ve Araplar arasında anlaşılmamakla birlikte esasen kitapları Arapça'ya çevrilen İslâm'dan önceki filozofların sözlerinde de görülmemektedir ve Arap-Acem İslâm filozoflarının eserlerinde de bunlara rastlanmamaktadır. Bu meseleler öylece müphem kalmış, şarih ve müfessirler kendi sanılarına göre tefsir etmişlerdir; ta ki yolları tedricen bir yere kadar aydınlığa kavuşmuş ve hicretin on birinci asrında hallolmuş ve anlaşılmıştır; Allah Teala'nın vahdeti (sayısal olmayan vahdet), vacibin vücudunun sübutu onun birliğinin sübutu olduğu (vacibin vücudu mutlak vücud olduğu için vahdet ve birlikle eşittir), vacibin bizzat malum olduğu, vacibin bir vasıta olmaksızın kendiliğinden tanındığı ve her şeyin vacible tanındığı, ama aksinin doğru olmadığı gibi..."[1]

   Farabî, İbn-i Sina ve Hace Nasirüddin Tusî gibi ilk İslâm filozofları, Allah'ın zatı, sıfatları ve vahdet, besatet (yalınlık), zatî gına (zenginlik), ilim, kudret, meşiyyet ve benzeri konularla ilgili bahislerde istidlâllerinin odak noktası olarak "vücub-i vücud"u karar kılmışlardır, yani diğer bütün şeyler "vücudun vücubundan" kaynaklanmaktadır ve vücudun vücubu ise dolaylı bir yolla ispatlanmaktadır; yani şu ispatlanıyor ki, vacib-ul vücud farz edilmeksizin mümkünatın (olabilen) vücudu açıklanamaz. Gerçi bunun için getirilen burhan, hulf burhanı değildir; fakat gayr-i müstakim olma ve ilzamî özelliği olması açısından hulf burhanı gibidir ve dolayısıyla zihin hiçbir zaman "vücudun vücubu" ölçüsüne ulaşamaz ve konunun "lim" (öz nedenini) bulamaz.

   İbn-i Sina "el-İşarat" kitabında kendine has açıklamasında bu beyanla konunun "lim"mini (öz nedenini) keşfettiğini söyler ve bu nedenle bu meşhur burhanına "burhan-ı sıddıkîn" (sıddıkların burhanı) ismini vermiştir; fakat ondan sonra gelen filozoflar onun burhanını "limm"i, açıklamak için yeterli görmemişlerdir.

   Nehc'ül-Belâğa'da vücudun vücubu ilkesine mümkinatı açıklayan bir ilke olarak kesinlikle dayanılmamıştır. Bu kitapta dayanılan şey, vücudun vücubunun gerçek ölçütü olan, yani yüce Allah'ın salt gerçek ve salt vücut olduğu hususudur.

   Üstad Allame Tabatabaî yine aynı kitapta, Şeyh Sa-duk'un "et-Tevhid" kitabında İmam Ali'den (a.s) rivayet edilen bir hadisin anlamını açıklarken şöyle buyuruyor:

"Açıklanmak istenen şu ki: Yüce Allah'ın vücudu hiçbir sınırlama ve sonu kabul etmez. Çünkü O salt gerçektir, gerçeği olan her şey, varlık sınır ve özelliklerinde O'na muhtaçtır ve kendi özel varlıklarını O'ndan alırlar."

   Nehc'ül-Belâğa'da yüce Allah'ın zatı hakkındaki bahislerin temeli, O'nun mutlak ve sınırsız varlık oluşu, hiçbir sınırla sınırlandırılmayışı, hiçbir mekân, zaman ve şeyin O'ndan boş olmayışı, O'nun her şeyle birlikte oluşu, fakat hiçbir şeyin O'nunla birlikte olmayışı, mutlak ve sınırsız olduğu için her şeye, hatta zaman, sayı, sınır ve ölçüye (mahiyete) önceliği temeline dayanır. Yani zaman, mekân, sayı, sınır ve ölçü onun filleri, eylemleri mertebesinde olup onun eylem ve yapıcılığından türer; her şey O'ndandır, her şeyin dönüşü O'nadır, O evvellerin evveli olduğu hâlde ahirlerin ahiridir.

   Nehc'ül-Belâğa'nın bahislerinin eksenini işte bunlar oluşturur. Farabî, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Gazalî ve Hace Nasirüddin Tusî'nin kitaplarında bundan bir nişane bile bulunamaz.

   Üstat Allâme Tabatabaî'nin de değindiği gibi "özel anlamda ilâhiyat"taki bu derin bahisler, felsefenin genel konularında ispatlanmış birtakım başka meselelere dayanmaktadır  ve biz burada bu konuları incelemek ve bu bahislerin o meselelere dayandığını açıklamak durumunda değiliz.

   Nehc'ül-Belâğa'da, bu eseri derleyen Seyyid Razî dönemindeki dünya filozofları arasında söz konusu bile olmayan konuların örneğin; Allah Teala'nın vahdetinin sayısal vahdet olmayışı ve sayının zattan sonraki mertebede yer alışı, O'nun varlığının vahdetle eşit oluşu, yüce Allah'ın zatının mürekkep değil, basit (soyut) bir hakikat oluşu ve onun her şeyle birlikte oluşu gibi meselelerin varlığını ve yine bu kitaptaki bahislerin dayandığı kaynağın dünyada yaygın olan felsefî bahislerle, hatta günümüze kadar farklı olduğunu görünce, bu sözlerin o günün felsefecileri tarafından icat edildiğini nasıl iddia edebiliriz?!

----------------------------------------------------------

[1]- Yıllık "Mekteb-i İslâm" dergisi, sayı: 2, s.120

[2]- a.e.g. s.157.

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile